top of page

Toprak, Uygarlık, Sürdürülebilirlik

Bugün size topraktan bahsetmek istiyorum. En değerli varlığımız olan topraktan. Toprağa yakın olmanın öneminden. Toprağı bilmenin değerinden.


Çünkü toprağın küçümsendiğini görüyorum. Hor görüldüğüne, istenmediğine ve önemsenmediğine tanık oluyorum. İçim sızlıyor: Ne varsa onda var. Tüm güce o sahip.


Ben İstanbul’un göbeğinde doğdum büyüdüm. Toprakla yakınlığım, aynı dönemdeki İstanbullular kadardı ancak. Tek şansım, ufak da olsa bahçeli evlerde yaşamam ve çok hareketli olduğum için sürekli bahçelere salınmam idi. Bir de okulumun harika bir bahçesi olunca, ben dağlar kızı Reyhan oldum en kısa zamanda. Hafta sonları gittiğimiz bir açık alan vardı ayrıca; orada köpekler, kazlar olurdu, domatesler salatalıklar yetişirdi. O yüzden ağaçlar, çamurlar, domatesler, kertenkeleler ve böcekler bana çocukluğumdan beri yabancı olmadı hiçbir zaman.


Tam benim büyüdüğüm dönem, 70’ler, 80’ler Türkiye’de köy ve tarım politikasının (ya da politikasızlığının!) çuvalladığı dönemlerdi. Bunun çok katmanları var, topraklarımızın ABD’nin kaktırdığı mısırlara ve dünya devi haline gelen zehir tüccarlarına peşkeş çekilmesi vb. bunlara girmiyorum... Tarım yapamayan, toprakları verimini yitiren, yöneticiler tarafından yönetilmeyen, çocukları düzgün eğitim alamayan, açlık sınırında yaşayan, özetle bir türlü “milletin efendisi” olamayan ve ne olacaklarını bilemeyen insanlar aç kalmamak için büyük şehirlere göçmeye başladılar.


Oralarda ne oldu, taşta toprakta altın buldular mı? Yo! Kendilerine ait olan her şeyi bırakıp çaresizce dürdükleri yataklarıyla gelen köylüler, hem de o kadar yabancı hissettikleri o ortamda bir de biz şehirliler tarafından küçük görüldüler. Kendi adıma ve kendi zümrem adına üzüntüyle, esefle, utançla söylüyorum: Biz suçluyuz. Biz köylüleri tozlular, çamurlular diye, ter kokuyorlar diye, aksanlı konuşuyorlar diye, bizim kadar modern değiller, yer sofrasında yiyorlar ve kapı dışında ayakkabılarını çıkarıyorlar diye aşağıladık. Şahsım adına ve zümrem adına bu vesileyi yakalamışken özür dilemek istiyorum, hatalıydık.


Ama en suçlu olan, en hatalı olan, ne köylüleri ne şehirlileri ne de kalkınmakta olan bir koca ülkenin üretim politikasını yönlendiren devletti. Eğri oturalım, doğru konuşalım: Devlet tarımda, üretimde, kalkınmada, şehirleşmede uzun vadeli, tutarlı, her kesimi birden kazandıran bir politika ortaya koymadığı, erk sahipleri başka güç odaklarını veya şahsi çıkarlarını gözettiği, kısa vadeli hesaplar yaptığı için olan oldu; tüm üretimi yapan, toprağı işleyen, tarımı bilen insanlar şehirlere göçtü. Bilgileri orda işe yaramadığı için onlar orada küçümsendi, küçümsendikleri için başka sığınaklar buldular, ya şehir yaşamına direnerek orada bir çıban gibi kaldılar ya tarikatlere sığınıp güç verdiler ya otopark mafyası, manav mafyası gibi oluşumlar ortaya çıkardılar…


Her neyse, köyden şehre göç konusu çok su kaldırır, ana konuya dönelim: Sonuçta tarım başıboş kaldı; toprak, doğa, üretim ‘burun kıvrılan köylülere ait, arkaik ve egzotik kavramlar’ olarak gerçek yaşamdan uzaklaştı. Bir büyük adımla zıplayarak gelirsek işte bunlar sonucunda bugün 2021 yılında ‘evden asansörle otoparka inip arabayla markete gidip kapalı bir bina içinden naylonlarla sarılmış etiketli domatesleri alıp kredi kartıyla ödeyip yine arabayla ve asansörle eve dönmek’ norm haline geldi ve bunun sonucunda ben bunun norm olmadığını anlatmak için savaşır hale geldim.


Norm olan, normal olan, doğadaki her canlı gibi insanın da kendi ihtiyaçlarını karşılaması ve bunu gelecek nesillerin de aynı yerde aynı şekilde karşılayabileceği gibi sürdürülebilir şekilde karşılaması. Bir sincabın bir ağaçta yaşarken ve civardaki pelitlerden, cevizlerden beslenirken daha çok ve daha rahat beslenmek için yerde tek bir tohum bırakmadığı ve sonuç olarak ağacın öldüğü ve sincabın yeni nesillerinin yaşayacak ağaçlarının kalmadığı ve yiyecek pelit bulamadıkları gibi bir hikaye duydunuz mu hiç? Veya ağaçta yaşamanın rahatsızlığından, çıkıp inmenin zorluğundan dem vurup kendine yerde farklı bir barınak inşa edip bunun yüzünden ortamın dengesini bozduğu ve üreyemediği?


Böyle hikayeler olmuyor çünkü hayvanlar yeterlilik ve sürdürülebilirlik kavramlarını içgüdüsel olarak biliyorlar. Daha çok, daha konforlu, daha ayrıcalıklı gibi kavramları yok. Dengeyi biliyorlar yaşamın parçası olarak. Uygarlık kavramları böyle: Denge, eşitlik, birlik, sürdürülebilirlik.


Hep uzayıp giden lafları biraz zapturapt altına almak gerektiğinden, yine zıplayarak geldiğimiz 2021 yılından sonuca dair bir toparlama yapmak istiyorum: Uygarlık jiletli güvenlik telleri, parıl parıl aydınlatılmış apartman daireleri, her yere otomobille gitmek ve asansörle çıkmak, tertemiz olmak ve yepyeni giyinmek değil. Üzgünüm, kandırıldık; bize öğretilenlerin çoğu yanlıştı ve şimdi yeniden toprakla kirlenmenin, çalışarak terlemenin, kurtlu bir fasulyenin ve yamuk yumuk bir domatesin, vaktinde yağan bir sağanağın ve çalışmaktan darmaduman olmuş bir iş botunun güzelliğini keşfetmemizin zamanı.


Çünkü hiçbir türlü tüketim doğayla dost değil. Doğayla dost enerji diye bir şey yok. Sadece doğayı biraz daha az zehirleyen tekstil üretimi var. Öncekiler kadar korkunç olmayan pestisitler var belki. Doğal gazda doğal olan bir şey yok; bildiğiniz fosil yakıt. Ve saire, ve saire... Bütün kavramlarımızı altüst ederek bugün yeniden öğrenmemiz gereken şey, doğaya ne kadar az müdahale edersek, her an ne kadar az tüketirsek o kadar iyi olacağı; her adımda, her aşamada.


Toprak üretirken, dikim yaparken, barınaklarımızı inşa ederken, hayvanları koruyup kollarken, bostan kurarken ve tohum çimlendirirken, bir yerden bir yere giderken, yemek pişirirken, yıkanırken, okurken, sosyalleşirken, alışveriş yaparken, spor yaparken, yürüyüş yaparken ve hatta doğaya bakarken... İlk ve ana ilkemiz her zaman doğaya asgari müdahale etmek, ayak izimizi en küçüğünden bırakmak, varlığımızı en aza indirgemek olmalı. Çünkü doğa her şeyi biliyor ve insan evladı onun düzenine müdahale etmediği kadar her şeyi yolunda götürüyor. Çünkü doğa esas olarak sürdürülebilir; onu sürdürülemeyen düzenlere sürükleyen biziz.


İşte 2000’li yıllarda uygarlık tanımı bu: Daha küçük ayak izi, daha çok üretim ve her zaman daha az tüketim.


Candan Turhan


65 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page